Toulouse

Kitap Yakan Cellat

Sayın Hande Topbaş’ın Rotadışı Gezginler ile yaptığı Kathar Şövalyeleri Turu sonrası Karabatak Dergisi 29. sayısında yayımlanmış yazısı:

Kendini ateşe atan şövalyelerin izini sürerken doğa düşkünü çılgın, küstah ve pervasız bir yazara rastladım. Kırlarda o kadar kendinden geçiyordu ki boyun bağını, gömleğini satıp aldığı kitapları bazen bir ağacın dibinde bazen de bir kayanın köşesinde  unutup günlerce arıyordu. Üstlerine notlar alıp sayfalarını kıvırdığım için suçluluk duyduğum ama asla karalamaktan vazgeçmediğim kitaplarım düştü aklıma. Eski ciltler arasına saklanan sayfaların ve yağmurun kokusu burnumda.

Jean-Jacques başarısını göremese de deliliğe yakın, huzursuz yaşamının yankı uyandıracağından emindi . “Voltaire gibi anlaşılmak için yazmadım. Kendim için elime aldım kalemi,”  dediğinde yalan söylüyordu. Çocuklarını öksüzler yurduna  gönderip eğitim üstüne kitap yazan,  görkemli şatoların bahçesine sızıp türküler yakarak kadınlardan davet bekleyen ve dünyanın taptığı  putları kalemiyle yıkan Rousseau bu pervasızlıklarına rağmen değil kitap, saat bile okuyamayan bir çamaşırcı kadınla otuz yılını geçirdi. Ne sevgi ne de tutku vardı aralarında, sadece ter kokulu bir bağ. Avrupa’da oradan oraya savrulurken mezhep değiştirmek zorunda kaldı. Fransız devriminin temel taşı olsa da şanssızdı. Rousseau daha doğarken annesini kaybetmiş, öldükten bir süre sonra mezarı can düşmanının* yanına nakledilmişti. Ve bir gece hırsızlar iki yazarın da kemiklerini çaldı. Bir çuvalda iç içe geçti kemikler. Tırnakları etsiz kollara battı, kafatasları birbirine çarparken göz boşluklarından akan toprak birbirine karıştı.

Jean-Jacques’ın yalnız başına gezdiği Montpellier’de su kemerlerinin altından geçerken onun gibi Romalıların sesini duymaya çalıştım. Nimes’deki arena anlattığından çok farklıydı. Bestelerinden birini bilsem onun için bağıra bağıra söylerdim kemerli koridorlarda, taş zeminde… Ölülerin yeryüzüne çıktığı, şeytanların ve cellatların sokaklarda annelerinin elinden tutup dolaştığı bugün, kimse yadırgamazdı beni. Kılıç kuşanmış çocuklar, sihirli sopalarıyla minik cadılar ve dudaklarından kan sızan vampirler  kapı kapı dolaşıp şeker topluyordu. Bir avuç renkli lolipop attım sepetlerine, bir avuç da Rousseau uzattı.

Maison Carree eski dünyanın en iyi korunmuş tapınağı, gecenin karanlığında ışıl ışıl. Aşıklar dizilmiş mermer basamaklara. Benimse elimde yazarın sivri, tutarsız kelimeleri. Onu bu gece terk edip Katharlar’ın izinden güneydoğuya ilerleyeceğim.

Beziers’de başlamıştı sürgün, tarikat üyelerinin çoğu bu şehirde öldürülmüş, dinlerini korumak için kaçanlar ise azalarak ilerlemişlerdi. Ve o son gün korkusuzca ateşe atlayanların ümidi bir daha dünyaya gelmekti.

Katedrallerde, köylerde, surlarda silinmeyen anılar. Doğuştan göğsü yanık bir kitapçı veya bacağı kızgın alevlerden buruşmuş bir kadın önceki hayatında Kathar rahibi olduğunu savunur bazen. Tek tek geziyorum kasabaları. Yalnız başıma tırmanıyorum is kokulu tepelere ve her şehre Rousseau’dan bir hikaye okuyorum.

Bir ortaçağ kenti Narbonne. Kanalların suyu azalmış, köprülerin üstünde evler.

Saint Just Katedrali’nde lahitleri koruyan pelerinli iskelet heykellerin göz boşlukları alev alev. Dünyanın en ünlü hayvan kuaförü de bu kasabada. Ödüllerini, saçı başı yapılı kokoş köpek fotoğraflarını dizmiş vitrine. Bir sarışın boynunda madalyası, havayı koklamak için burnunu dikmiş poz veriyor. Süslü hâl binası bana Sirkeci Garı’nı anımsatıyor. Tezgahlarda yolunmayı bekleyen tavşan ve ördekler onlarca çeşit peynir ve meyve. İki Trabzon hurması alıyorum, sert ve buruk olmayan. Daha arabaya ulaşmadan bitiyor birisi, avcumda birkaç çekirdek.

Mirepoix’de  evler direkler üstüne kurulmuş. Kalaslar kullanılmadan önce yatırıldıkları sıvıda o kadar kuvvetlenmiş ki iki bin yıla rağmen binalar hâlâ ayakta. Rengarenk boyalı evlerin altında kahveler ve dükkânlar, bel vermiş tahta panjurlardan çiçekler sarkmış. Yüzyıllardır değişmeyen kasabada günümüze ait olan sadece kıyafetler ve kahvenin taze kokusu.

Puivert, Katharların ilk düşen kalesi. Bugün birkaç burcu ve derebeyinin evi ayakta. Kapının parmaklıkları her an kapanacak gibi. Geniş ve saklanmaya müsait olsa da susuzluk kısa sürede halkın teslim olmasına sebep olur. Ve o kanlı günde Haçlı komutanı kimseyi dinlemeden bağırır. “Herkesi yakın. Nasıl olsa tanrı gerçek Hristiyan’ı yanına alacaktır,” trubadurlar* çalmaz, ozanlar susar.

Beş yüz Şövalye ateşe atlayıp intihar ettiğinde Haçlıların aylardır kuşattığı kalenin zayıf düşen kapısı kırıldı. Alevlerden yükselen insan kokusu zafer duygusuyla ne kadar zıt olursa olsun haçlıların sevinç çığlıkları taş duvarlara çarpa çarpa dehlizlerde kutsal kâseyi taşıyan rahiplerin kulağına kadar geldi. İnsan ile Tanrı arasında kalan son bağdı bu kase. Çığlık çığlığa yandı  insan bedenleri ve Montsegur kalesi düştüğünde Katharların nefesi dumanlara karıştı.

Ateşin yakıldığı yerden baktım kaleye. Bir şahin yuvası gibi gözüküyordu. Tırmanırken kaydım, düştüm ama vazgeçmedim. Ailelerini aşağıda bırakan çocuklar soyunmaya, köpekleri hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladığında kalbim yırtılacak gibi atıyordu. Yosunlu bir taşın üstüne oturup birkaç yudum su içebildim. Keçiler peşime takılsa şu anda tırmanmayı bırakır , kıpırdamadan suratıma bakarlardı. Ne kırmızı yapraklarla dolmuş patika ne de kayaların arasından fırlayan mor çiçekler avuttu sızlayan bacaklarımı. Dik kayalardan aşağı inerken tırnaklarım ayak parmaklarıma batmıştı. O kadar yorulmuştum ki kendimi çimlerin üstüne atıp isyan etmeyi cırcır böceklerine bıraktım

Albi’ye doğru giderken güneşin önü açılmış, toprak yeni yeni ısınmaya başlamıştı. Kanala çöken sis çamlara dolanmış kırmızı sarmaşıklardan, sürülü topraktan ve dökülmüş sonbahar yapraklarından yükselirken büyülü bir manzara oluşmuştu. Şehre girdiğimde kemerli köprünün arkasında Berbie Sarayı bütün ihtişamıyla göründü. Simetrik bahçeyi asmaların sardığı terastan izledim. Şehrin silueti düşmüştü hızla akan nehre ve sonbahar renkleri ebru gibi yayıldığında doğa bütün sanatları alt etmişti.

Yirmi beş tonluk orguyla Ste-Cecile Katedrali müzisyenlerin koruyucusuna adandı. Katharlar’ın sonunu kutlayıp Hristiyanlığı yaymak için yapılan bu kilisenin duvarlarına resmedilen yeşil yüzlü insanlar Aziz George, Aya Yorgi veya bizim tanıdığımız Hızır’dı . Paganların kutsal yeşil ejderhası deri değiştirip sızdı hikayelerimize.

Aristokrasinin reddettiği ama içinden çıkmadığı pavyonları resmedip afişin bir sanat olarak kabul edilmesini sağlayan Toulouse’lu Loutrec’in sergisini dolaşıyorum. Dev kağıtlarda dans eden hafifmeşrep kadınlar, kırmızı rujlar, siyah eldivenli ellerde uzun ağızlıklar ve erkeklerin gözlerinde doymayan bakışlar … Güneş batarken pencereden safran rengine bürünen Albi’yi son defa seyrediyorum.

Garone Nehri’nin üstünde kemerli köprüler. Gençler kıyıdaki merdivenlere oturmuş, suya düşmüş resimleri. Nehrin dibinden çıkarılan kil pişirilip tuğla binalar yapılmış. Napolyon’un su taşmasın diye diktiği çınarlarla süslenmiş şehir. Yollara gölgeleri vurmuş ağaçların. Paris’teki beyaz binalar ışıldadıkça fakirlerin evi olarak görülmüş kızıl binalar. İşte o günden sonra kireçle yakıp beyazlatmışlar tuğlaları oysa kırmızı şehir olarak tanınmış Toulouse.

Belediye binası  Buckingham Sarayı’nın birebir aynısı. Fas’lı bir gelin iniyor basamaklardan. Damat kollarını iki yana açmış dans ederken tefler çalıyor, zılgıt çekiyor kadınlar. Napolyon’un ahır olarak kullandığı Jacoben Manastırı artık antik fresklerin ve mimarinin korunduğu bir müze.

Güneyin en büyük bazilikasında İsa cennet ve cehennem kapısının üstünden bakıyor kiliseye girenlere. Biri kırmızılar diğeri beyazlar içinde iki rahip ayin yaparken her kandilin ucunda bir dilek yanıyor.

Çantamda biletimi ararken unuttuğum kitap parmağımı kesti. Bir damla kan düştü sayfaların arasına, ince bir iz. Jean-Jacques’ın Annecy, Nyon, Lousane, Paris ve Genevre yolculuğunu anlatıyordu yazar. Rousseau başında kalpak ve kürk yakalı bir palto giymişti. Başarısızlıklarına rağmen kendinden emin sarılmıştı sanata. Notalarla, kelimelerle doldurmuştu kendini, o kadar cümle ve fikir sıkışmıştı ki zihninde, parmaklarının ucundan bile fışkırıyordu sözcükler. Kalem yoruldu, kağıt bitti ama susmadı yazar. Biletimi yırtıp peşine takıldım. Cellat, Emile’in sayfalarını yakmaya devam ediyordu…

* Voltaire

* Ortaçağ şairleri ve çalgıları

Hande Topbaş

Fransa ve bölge ile ilgili diğer yazılar için tıklayınız