Tac Mahal: Zamanın yanağındaki gözyaşı ve bilinmeyenleri.
Bütün çocukluğum boyunca masallarda dinlediğim, dergilerde, ansiklopedilerde resimlerini gördüğüm, hayalini kurduğum Tac Mahal’e gideceğimiz gün heyecandan içim içime sığmıyordu.
Babür imparatoru Şah Cihan, daha 15 yaşında Meena pazarında görüp aşık olduğu ve 20 yaşına geldiğinde 3. Eşi olarak sarayına aldığı 14. çocuğunu doğururken ölen Mümtaz Mahal’i ne çok sevmişti ki, ülkesinin başkenti Agra’da 20 yıl boyunca 22 bin işçiyi bu anıt mezar için çalıştırmıştı.
Kadınların duygularının gün içerisindeki inişli çıkışlı hallerine benzetilen Tac Mahal’in gündüz ki güneş ışığı ile mat beyazlığı, geceki ay ışığı ile süt beyazlığı bozulmasın diye araçları 1 kilometreden daha yakına sokmadıkları için otoparkta grubumuzla otobüsümüzden inip elektrikli 2 minibüse geçmiştik. Dar yollardan geçip ulaştığımız ana giriş kapısında, güvenlik kontrolü sonrası Büyük Kapı adındaki binanın koridorundan geçip diğer tarafa, yani havuzlu bahçe Charbah’a ulaştığım anda, nefesimin kesildiğini hissettim.
Mimar Sinan’ın öğrencilerinin tasarladığı 75 metrelik kubbesi ve bir depremde binanın üstüne yıkılmasın diye dışarıya meyil verilerek yapılmış 4 minaresiyle, bu süt beyaz mermerden yapılmış anıt mezar tam karşımdaydı. Önündeki havuzda yansıyan görüntüsüyle bir masalda başrol oynuyorum hissi veriyordu….
Binaya yaklaştıkça detayları fark ediyorduk. Dört cephenin ortasındaki 33 metre yüksekliğindeki taç kapıların süslemeleri, duvarlara gömülü binlerce akik, sedef, inci, pırlanta ve değerli taş bu büyük aşkın tarihe kazınmış birer şahidiydi adeta.
Etrafta çok turist vardı ama onların kat be kat fazlası Hintli de binayı hayranlıkla seyrediyor ve resim çekiyordu, daha sonra rehberimizden yılda burayı ziyaret eden 4 milyon kişinin sadece yüzde 10’unun turist kalanının Hintli olduğunu öğrendik.
Rehberimiz klasik ansiklopedilerde bulabileceğimiz açıklamaları yapıp bize bütün Tac Mahal kompleksini gezebilecek kadar serbest vakit verdikten sonra, hemen tüm turistlerin yaptığını yapmaya, yani bahçenin girişindeki banka çıkıp kâh kubbeyi tutar gibi, kâh minarelerden birine dokunur gibi fotoğraf çektirmeye başladık.
Kendimizi fotoğraf çektirmeye o kadar kaptırmıştık ki, bize sessizce yaklaşmış ve çantamızı karıştırmaya çalışan ufak çocuğu fark edememiştik. Havada ıslık çalarak çocuğun bacağına inen sopayı savuran temiz kıyafetli görevli bizi kendimize getirmişti, hemen çantamızı kontrol ettik, Allahtan bir şey alacak vakti olmamıştı.
Bizi ciddi bir dertten kurtaran, adının Pandit olduğunu öğrendiğimiz görevliye teşekkür ederken, koyu bir sohbet de başlamıştı… Türk olduğumuzu öğrenince bize, keşke ertesi gün, yani cuma günü gelseydiniz dedi…
Meğer Tac Mahal cuma günleri ziyarete kapalıymış ve sadece Müslümanlar, içerdeki küçük camii bölümünde namaz kılmak için girebiliyorlarmış, tabii böylece ibadete gelen fazla insan olmadığı için de girişte görevlileri Müslüman olduğuna ikna eden turistler Taj Mahal’i neredeyse bomboş görebiliyorlarmış.
Sohbet esnasında, tam 39 yıl önce buraya meraktan geldiğini ve sonra burada önce temizlikçi sonra güvenlikçi olarak çalışmaya başladığını, bina ile ilgili de arkeologlardan bile daha fazla şey bildiğini anlatan sevgili Pandit, 55 yaşında olmasına rağmen siyah ve gür saçlarıyla, koyu sarı teninde parlayan eksiksiz dişleriyle oldukça genç gözüküyordu. Sohbet tüm hızıyla devam ederken rehberimizin bize verdiği sürenin dolmak üzere olduğunu fark etmek can sıkıcıydı… Pandit, eğer Agra’da bir gün daha kalabiliyorsak bizi ertesi gün sabah gün doğmadan 5 gibi Tac Mahal’de karşılayıp bize bu yapıyla ilgili tüm bilinmeyenleri anlatıp ayrıca kimsenin gezemediği bölümlerini gezdirebileceğini söyleyince, ertesi gün buluşmak üzere sözleşip Tac Mahal’den ayrıldık…
Ertesi gün Pandit bizi bembeyaz kıyafeti ile sabah 5 de Tac Mahal’in girişinde elinde kahve termosu ve kâğıt bardaklarla bekliyordu.
Bir gün önceki kalabalık ve gürültüden eser yoktu ve Tac Mahal, bizi meşhur renk oyunuyla karşılamıştı… Tek kelimeyle muhteşemdi…
Bizi önceki gün resim çektirdiğimiz banka oturtup kahve ikram eden Pandit hikayesine, bugüne kadar duyduğunuz ve okuduğunuz her şeyi unutun diye başladı…
Türkiye Cumhurbaşkanlığı forsunuzdaki 16 yıldızdan biri olan, sizin Babür İmparatorluğu olarak adlandırdığınız ama uluslararası literatürde farsça Moğol anlamına gelen Mughal imparatorluğu adıyla anılan bu devlet, 1524 yılında önce Delhi’yi sonra Agra’yı fethedip burayı başkent yapan Babür Şah tarafından kurulmuş ve 1858 yılında İngilizlerin topraklarına katılana dek bir Hint Moğol imparatorluğu olarak tarih sayfalarında yer almıştır… Cümleleriyle aslında konuya tahmin ettiğimizden çok daha fazla hakim olduğunu özetleyivermişti…
1632-1652 yılları arasında yaptırdığı iddia edilen Tac Mahal sayesinde adını ve romantik aşk hikâyesini tüm dünyanın öğrendiği Şah Cihan ise bu imparatorluğun en parlak dönemlerinden birini temsil eder. Ben bugün sizi farklı bir bakış açısıyla gezdireceğim burada dedi Pandit.
Tac Mahal ismini incelemek lazım bu hikâyeyi araştırırken diye bir masal gibi yavaş yavaş anlatmaya başladı.
Mahal Hintçe bir kelimedir ve “Saray” demektir, peki neden Müslüman bir imparator, eşi için yaptırdığı anıt mezara saray adını vermiş olsun?
Evinize döndüğünüzde araştırın, Fas’tan İran’a tüm Müslüman ülkelerdeki kutsal yapıları camilerin ve anıt mezarların isimlerini tarayın, mahal kelimesi geçen başka hiç bir yapı bulamayacaksınız ve gene her dilde Mahal kelimesinin anlamını araştırın, saray anlamına gelen bir karşılık Hintçe hariç başka hiç bir dilde bulamayacaksınız… Türkçenizde yanılmıyorsam mahal kelimesi yer ya da yöre, mecazi olarak da gerek anlamındadır…
Tac Mahal’i Şah Cihan dönemi gezginler tasvir ederken hep Tejo Mahal olarak telaffuz edip yazmışlardır, Hintçeden diğer dillere çevrildiği şekilde Taj evet kralların başındaki Taç demektir ama şayet Tejo kelimesi ise kullanılan bu Tanrı Shiva demektir. Kelime bütünlüğüne bakarsak Shiva’nın Sarayı daha anlamlı değil midir?
Binanın tüm kubbeleri açmış bir lotus çiçeği ile gökyüzüne erişir ki herkesin bildiği üzere lotus Hinduizm’in kutsal çiçeğidir. Kubbelerin ve minarelerin tepe noktasındaki paslanmayan malzemeden yapılmış uçlar su testileri ve mangolar tarafından sabitlenmiş kutsal çiçeği taşıyan tridan şeklindedir ki bu da Hindu sembollerinden biridir. Müslümanlar bu tridan ve kutsal çiçek birlikteliğini hilal ve yıldıza benzetmeye çalışsalar da yakından bakıldığında öyle olmadığı görülmektedir.
Binanın planı Hinduizm için kutsal tapınak planı olan sekizgen şeklindedir. Minareler tüm İslam camilerinde ana binadan daha uzundur, İstanbul’daki camileri gözünüzün önüne getirin, ama Tac Mahal’i camii formunda kabul edersek ki bir anıt mezara minare yapmanın gerekliliği ayrıca tartışılmalıdır, minareleri ana binadan kısa olan yeryüzünde bulabileceğiniz tek İslami yapıdır. Hindu tapınaklarında ise bina etrafında ana binadan ayrı olarak yapılan gündüz gözetleme gece ise fener olarak kullanılan kuleler eğer burası bir tapınak olarak inşa edilmiş ve sonra anıt mezara çevrilmişse varlıklarını daha mantıklı hale getiriyor.
Dün kargaşa içinde güvenlik kontrolünden geçtiğiniz ana kapının üzerinde de dikkat ederseniz tam 11 tane küçük kubbe vardır, 11 sayısının tüm Shiva tapınaklarında tanrının var olduğu 11 formu sembolize ettiğini unutmamak lazım.
Ayrıca hatırlayın, dün beyaz mermer bölüme geçerken ayakkabılarınızı çıkardınız, ülkenizde ya da diğer Müslüman ülkelerde herhangi bir anıt mezara girerken ayakkabı çıkarır mısınız? Oysa biz Shiva tapınağına girerken ayakkabılarımızı çıkarırız, deyip ilerledi.
Ana binanın iki tarafında gene simetriyi bozmadan kırmızı kum taşından yapılmış iki binayı işaret etti bize Pandit.
Sol taraftaki camii olarak kullanılır, sağ taraftaki ise misafirhane diye bilinir, ama yazılı tüm kaynaklarda sağ taraftaki için müzik odası ya da davulların evi dendiğini okuyabilirsiniz… Ebedi bir istirahat mekânı olan anıt mezarda müzik olması düşünülebilir mi? Oysa birçok Hindu tapınağında müzik evi ya da odası olduğunu biliriz. Ne de olsa Hinduizm için müzik, ibadet esnasında duyuları uyandırıp manevi titreşimlerle bağlılığı geliştirdiği için özellikle sabah ve akşam çok önemlidir.
Ve en ilginç olanı ise Tac Mahal’in camisi dünyadaki diğer camiiler gibi Mekke’ye bakmıyor ve ibadet edilmesi gereken yönde 15 derecelik bir sapma gösteriyor ki o günün teknolojisiyle bu hesabın bu kadar yanlış yapılması mümkün değil….
Muhtemelen iki binada müzik evi ama batıya bakan camii olarak devşirilmiş diyen dostumuzu, nefesimizi tutmuş bir şekilde dinliyorduk.
Pandit, dönemin tüm kaynaklarında Şah Cihan Ortodoks Müslüman olarak anıldığından bahsedip sözlerine şöyle devam etti:
Siz genelde Türkiye’de Ortodoks tanımını Hristiyanlığın bir kolu olarak kabul edersiniz ama yunanca ortos ve dromos kelimelerinden türemiş bu kelime bir din için radikal olmasa da muhafazakâr anlamını ifade eden genel bir deyimdir. Bu inanışta bir imparatorun yaptırdığı anıt mezarda Hinduizm öğelerinin kullanılmasına bu derece izin verip vermeyeceğini de ayrıca tartışmak gerekir diye sözlerini tamamladığında bizi müzik evinin nehir tarafındaki bir tahta kapısının önüne getirmişti.
Cebinden çıkardığı eski oda kapısı anahtarına benzeyen büyükçe bir anahtarı kilide sokmadan önce etrafı kolaçan ettiğinde pek de yasal bir şey yapmadığımızı hissettik. İçeriye geçtiğimizde bu kapının bir kaç sene önce değiştiğinden bahsetti, önceki kapıya Amerikalı arkeologlar tarafından Karbon 14 testi yapılmış ve kapı 1150 yılına tarihlenmişti… yani Mümtaz Mahal’in ölümünden tam 500 yıl öncesine…sonrasında kapı Hintli Arkeologlar tarafından apar topar sökülüp götürülmüş ve hiç bir açıklama yapılmadan bu yeni kapı takılmıştı… Dar bir bölmeden geçip oldukça dik merdivenlerden aşağıya doğru iniyorduk Pandit, Tac Mahal’in 400 tane odası olduğunu ve hepsinin Şah Cihan döneminden bugüne kapalı olduğunu söyledi. Bir anıt mezarda 400 tane oda olması çok mantıklı gelmemişti kulağımıza. Biz, elinde fener yolumuzu aydınlatan Pandit’i sesizce takip ediyorduk. Sonra aşağı doğru meyilli uzunca bir koridorda ilerlemeye başladık ki sağlı sollu odaların kapılarının tuğlalarla örülmüş olduğunu Pandit’in feneri tutması sayesinde fark ettik, bir tanesinin kenarındaki ufak bir açıklığa doğru feneri tutup küçük delikten içerdeki Shiva heykelleri olduğunu söylediği şeyleri gösterdi ama içerdekilerin ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Koridorda uzunca bir müddet devam ettik, sanırım Tac Mahal’in tam altında olmalıydık. Koridor sonradan örüldüğü belli olan bir duvarla son buldu. Bu sefer 4 tane delikten bize doğru ışık sızıyordu ama gün ışığı değildi… Pandit gözümüzü yaklaştırmamızı diğer tarafın Şah Cihan ve Mümtaz Mahal’in gerçek mezar odası olduğunu söyleyince çok heyecanlandık… gerçekten de duvarları mermer kaplı bir odada bir önceki gün ana kubbenin altında gördüğümüz Mümtaz Mahal’in ve Şah Cihan’ın mezarının replikalarının aynısı görülüyordu… Benim için inanılmaz bir andı. Kendimi Enid Blyton romanlarındaki muhteşem beşliden biri gibi hissediyordum…
Dönüş yolunda Pandit, bu saray ya da tapınak binasının Şah Cihan tarafından üstünü kapladığı beyaz mermerlerle birlikte Raja Jai Sing den satın alındığına ve bir anıt mezara dönüştürüldüğüne inandığını, zaten resmi kayıtlarda bunun detaylı olarak bulunduğunu anlatırken kilitli kapıya gelmiştik bile… Sessizce dışarı süzülüp bahçeye geldiğimizde Pandit’e bize yaşattığı bu macera ve bizimle paylaştığı sıra dışı bilgileri için oldukça yüklü bir ücret ödeyerek veda ettik.
Tac Mahal’in bugün herkes tarafından kabul edilen gerçekle hayal arasındaki romantik hikayesinin getirdiği ün ülkeye yadsınamayacak bir ekonomik girdi sağladığı için, yapımındaki sır perdelerini kurcalama cesareti pek kimsenin bulabileceğini sanmıyorum, ama bir gün neden olmasın?…