Meksiko’nun Arka Sokakları
Uçak Meksika’nın başkenti Meksiko ‘ya doğru alçalırken camlardan, kahverengimsi dumanın içine gömülmüş sınırsız bir ev denizi içinde 25 milyon insanın yaşadığını düşünmek bile ürkütücü.
Havalimanı formalitelerini atlattıktan sonra bizi karşılayan sıcak ve kirli hava içinde atladığımız taksi, uçak alçalırken gördüğümüz caddelerde bitmek bilmeyen hareketsiz araba kuyruklarından birine girerek şehir merkezinin yolunu tuttu.
Meksiko ‘nun kenar mahallelerinden geçerek ilerliyorduk. Tepelerin yamaçlarına yaslanmış mahallelerde belediyenin ücretsiz sağladığı parlak boyalarla gök kuşağını andıran rengarenk boyanmış evlerle dolu mahalleler yolun iki yanına yayılmış olmasına rağmen bu mahalleleri çevreleyen yüksek, sevimsiz duvarlar, evlerin parmaklıklı pencereleri, mahalleleri kat eden kablolar ve yıpranmış reklam panoları gözden kaçmıyor ve o kadar rengin içinde kasvetli bir hava yaratıyordu.
Şoföre yoldan çıkıp bu mahallelerden birinin içinden geçmek istediğimi İspanyolca söylediğimde şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı, sonrasında yalvarır gözlerle benim içinde kendisi içinde güvenli olmayacağını belirtti.
Israrımı ve girişinde polis olan bir mahalleyi gösterip, “polis var nasıl bir tehlikesi olabilir?” sorumu dişlerini sıkarak, “Meksika’da hiç kimse polis kadar tehlikeli değildir” cümlesiyle yanıtladı.
Ama yoldan da çıkmış ve mahalleye yönelmişti.
Benim etrafı görmeme imkan sağlamak için oldukça yavaş gidiyordu. Artık paslı demir kapıların önünden asfalt olmayan bir yoldan gidiyorduk. Sokaklar adeta üzerine basıla basıla sertleşmiş çöplerle kaplıydı. Uzaktan göze hoş gelen o rengarenk evler yakından bakıldığında yarı bitmiş beton yapılardan ibaretti, duvarlarından her yöne paslı demirler sarkıyordu. Gökyüzü televizyon antenleri ve evlerin üzerinde örümcek ağı gibi dolanan elektrik kablolarından neredeyse görünmüyordu.
Evden eve bağlanmış iplerin üstü çamaşırlarla doluydu, bunların gölgesinde çıplak ayaklı çocuklar uyuz köpeklerle oynuyorlardı.
Taksi şoförü bu kadar yeterli dedikten sonra mahalleden çıktı, ana yolda bir süre devam ettik.
Artık süslü ön cepheleri, korumalı duvarlar ve elektrikli tellerin arkasında belli olmaya başlayan çoğu Fransız balkonlu, bahçeleri palmiyeli evlerin olduğu, geniş caddeleri, üzerinde kiliseler bulunan mahalleleri geçiyorduk. Bu seferde dilenci sayısı dikkatimi çekmişti, son model arabalara yaklaşan, tertemiz kıyafetli insanlardan para isteyen dilenciler…
Meksiko ‘nun kalbi Zocalo meydanına çok yakın olan otelime yerleştikten bir kaç dakika sonra meydandaydım.
Törenler için yapılmış dünyanın en büyük meydanlarından biri olan Zocalo’nun merkezindeki Meksika bayrağını çevreleyen büyük bir katedral ve muhteşem bir saray ülkenin başkentinin kalbini oluşturuyordu. Her iki yapıda, bölgenin eski bir göl yatağına kurulmasından dolayı senede 5-10 santimetre toprağa gömülüp duvarları oldukça çarpık ve bombeli bir hale gelmiş olsa da insanın kendisini küçücük hissetmesini sağlıyordu.
Meydanda trafik durmadan akıyordu. Sokak satıcıları, dilenciler, sokak şarkıcıları ve akın akın katedrale gelen turist grupları, ellerinde fotoğraf makineleri ile bu atmosferi ölümsüzleştiriyordu.
Evet doğru yerdeydim, şimdi kargaşasının bir parçası olduğum, iki bin küsur metre yükseklikteki bu boğazımı sigara içiyormuşçasına yakan kirli havasıyla Meksiko , beni son dönemde heyecanlandıran nadir başkentlerden biriydi.