Zambia’nın Gürleyen Dumanı – Victoria Şelalesi
Johannesburg Havalimanı sağlık bölümünde Sarı Humma aşısını olup uluslararası aşı karnemi alırken oldukça heyecanlıydım…İlk defa aşı yaptırarak gitmem gereken bir ülke beni korkutuyordu açıkçası.
Güney Afrika’ya ait özel Kulula Hava Yolları ekibi, daha öncede ününü duyduğum matrak anonslar ve eğlenceli güvenlik tatbikatı ile bu endişemi büyük ölçüde unutturmuştu.
Livingstone Hava Limanı’na doğru alçalmaya başladığımızda camlardan şahit olduğum manzara tek kelimeyle nefes kesiciydi. Büyük bir yarıktan sanki dünyanın merkezine doğru müthiş bir nehir akıyor ve yaydığı su bulutu etrafı sisler içinde bırakıyordu . Bu sis bulutunun içinde çelik bir köprü ise hayal meyal belli oluyordu. Adeta doğa üstü bir manzaraydı.
Havalimanı oldukça küçük ve klimasızdı, sıcakta can sıkıcı vize kuyruğunda geçen yarım saatin sonunda 80 dolar karşılığı çok girişli vizemi alıyordum, ne de olsa gelmeden aldığım Zimbabwe e-vizem vardı ve mutlaka, biraz önce o uçakta sisler içinde gördüğüm çelik köprüyü yürüyerek geçip hayalini kurduğum şelaleyi bir de Zimbabwe tarafından görecektim.
Oldukça eski araca binmeden taksicinin bozuk ingilizcesiyle vakit kaybetmeyip şelaleye kadar pazarlık ediyorum, ne de olsa otelim okuduğum kadarıyla şelalenin üstündeki o demir köprüye sadece 300 metre uzaklıkta. Beni önce 20 dolar karşılığı şelaleye götürmeyi kabul eden taksici vardığımızda, otelimin Royal Livingstone olduğunu öğrenince aniden sinirlenip 100 dolar istemeye başlıyor. Bu otelin Johannesburg’un yakınındaki Sun City’nin de işletmesini yapan Sun gruba ait iyi bir otel olduğunu az çok biliyorum ama sonuçta sadece sırt çantamlayım, belki de müşteri bile değilim ve otele çalışmaya geliyorum, turisti ilk dakikadan itibaren kazıklamaya uğraşmaz ki insan…
Sonunda resepsiyonun da araya girmesiyle 30 dolara kurtuluyorum taksiden ve verdikleri soğuk havlu ve muhteşem meyve kokteyli ile konaklama işlemlerim yapılırken otelin güzelliğini fark etmeye başlıyorum.
Kulakları sağır eden bir uğultu var ve hiç kesilmeden devam ediyor, önce garip gelen bu sesin şelalenin gürültüsü olduğunu idrak edince çaresiz kabulleniyorum.
Oda anahtarımı verirken resepsiyonistin camımı asla açık bırakmamam konusundaki uyarısını odama giderken etrafta görmeye başladığım yüzlerce maymun sayesinde ciddiye almam gerektiğine karar veriyorum ama zebraları ve zürefaları beslemeyiniz uyarısı da ne demek oluyor…
Odamdan şelale görünmese de Zambezi nehri gözüküyor, oldukça şanslıyım ne de olsa dünyanın en güzel güneş batışı Zambezi nehrinin Zambiya tarafından seyrediliyor diye yazmıyor mu tüm okuduğum turistik kitaplar,….
Hemen bir şeyler atıştırıp şelaleyi keşfe koyulmalıyım…
Resepsiyonun arkasında nehir tarafında bulunan restorana indiğimde diğer uyarılarında ne manaya geldiğini anlıyorum…Yemek yiyenlerin hemen yanı başında mutlu mesut otlayan ve arada sırada masalardan atılanları önce koklayıp sonra gövdeye indiren küçük bir zebra ailesi…Neredeyse arsız kedi gibiler, sen bir şey verdikçe sana doğru yaklaşıp yeni parçayı beklerken sakin durdukları için çok güzel resimleri çekilebiliyor…bu son uyarılara dayanmak pek de mümkün değil…öyle ki son parça yemeği üçüncü deneme sonunda artık elimden alıp bir de yelesini okşatan dişi zebra yüzünden ikinci porsiyonu ısmarlamak zorunda kalıyorum…
Yemek sonrası resepsiyonda bulunan küçük hediyelik eşya mağazasından naylon bir yağmurluk satın alıyorum ve o sıcakta kan ter içinde yürümeye başlıyorum, heyecandan olsa gerek otel ile şelale arasındaki 10 dakikalık yolu da yağmurlukla ve kafam kapalı gittiğim için karşıdan gelenleri oldukça eğlendiriyorum ama neden bana güldüklerini ancak şelaleye varıp yüzüm ıslanmaya başlayınca anlıyorum, artık en azından dönüşte yağmurluğu nerede çıkarmam gerektiğini biliyorum…
Şelaleye yaklaştıkça uğultu korkunç bir hal alıyor artık su sesi hariç herhangi bir şey duymanın imkanı yok, ayrıca çıkan su bulutu her yeri sırılsıklam ediyor. Yerel dildeki adıyla Mosi-oa-Tunya yani “Gürleyen Duman” adını kesinlikle hak ediyor.
Uçaktan gördüğüm 1904 yapımı Zambia ve Zimbabwe’nin arasındaki sınırı oluşturan Victoria Falls isimli çelik köprünün aslında şelaleye bir hayli uzak olduğunu fark ediyorum.
Şelalenin Zambia tarafında küçük bir adacık şeklindeki kaya parçasına giden çelik halattan yapılmış “Knife Edge”, bıçak sırtı isimli daha küçük bir köprü ise biraz daha ıslanmak isteyen ve bunun karşılığında o korkunç debisiyle 108 metreden yere dökülen azgın suyun daha da içine girmek isteyen gezginlere imkan tanıyor…hiç dururmuyum…
Sesten sersemlemiş sırılsıklam olmuş bir şekilde otelime dönerken içim kıpır kıpır.
Ertesi gün artık Zimbabwe’ye geçeceğim. Ne de olsa yazılı tüm kaynaklar iki ülke arasındaki Zambia lehine küçük yükseklik farkından dolayı suyun Zimbabwe tarafında daha çok olduğunu ve o taraftaki milli parktan ve özellikle Koloniyal dönemi yansıtan Victoria Falls Hotel’den şelalenin manzarasının daha güzel olduğunu belirtiyor.
Otele dönüp soğuk bir duş aldıktan sonra güneşin batışı için nehrin üstüne yapılmış güneş terası adındaki iskele kafeteryada kendime bir kokteyl söylüyorum…İskelenin önünde dolaşan timsahlar gerçekten ürkütücü…su aygırları doğal ortamlarında sadece bir kaç yüz metre ilerde suya dalıp dalıp çıkıyorlar.
Sabah kahvaltısında otelin zürefası ile de tanıştıktan sonra bu sefer yönüm iki ülkeyi birleştiren köprü.
Köprünün hemen girişinde Zambia gümrüğü çıkış damgamı basıyor.
Diğer gümrüğe kadar olan mesafeyi ellerindeki tahtaları, türlü kumaş ve hediyelik eşyayı satmaya çalışan oldukça kalabalık bir seyyar satıcı ordusuyla yürümeye başlıyorum. Oldukça can sıkıcı bir konvoy, köprünün tam ortasında gümrük diye ümit ettiğim kulubede bungee jumping hazırlıkları var, meğerse özel bir şirkete ait bir kulübeymiş burası…köprünün üstünde şelalenin muhteşem resimlerini çekip yanımdaki satıcı kalabalığı ile diğer gümrüğe ulaşıyorum.
Polis bir düdükle hepsini dağıtıyor, e-vize kağıdımla burada da işlemler kısa sürüyor ve sonunda Zimbabwe tarafında ki milli parka ulaşıyorum.
Bana iki taraftan da manzara aynı gibi geliyor, ama sanırım ekim ocak arası özellikle baraj için su tutulduğu dönemde Zambia tarafı daha yüksek olduğu için tüm su Zimbabwe tarafından akıyor ve o dönemde manzara buradan daha güzel, ama su çokken fazla bir fark yok.
Victoria Falls Hotel’den şelale manzarası ise tek kelimeyle nefes kesici, İngiliz etkisini yansıtan şort şapka ve uzun beya çoraplarla servis yapan personelin bulunduğu bu otelde yemek oldukça pahallıya patlasa da en azından bir çay içip bu muhteşem manzarayı sindirmek gerekli…
Dönüş yolunda bu yorgunluğun üstüne taksi kullanmak artık kaçınılmaz, pazarlık pek fayda etmiyor yaklaşık 50 dolar…Bu kadar para verince Zimbabwe tarafında ki kasaba merkezini de geziyorum. Derme çatma evlerin yanında barakadan bozma bir kilisenin bahçesinde tahta hediyelik eşyaların satıldığı ufak bir pazar oldukça ucuz alış veriş imkanı tanıyor.
Zambia tarafında kalan son günümde oteldeki seyahat firmasından özel bir Zambezi nehri safarisi satın alıyorum. Öğleden sonra 4 gibi oteldeki güneşlenme terasından ufak bir sürat teknesiyle alınıp yaklaşık 2 saat boyunca kıyıya yakın seyir ediyoruz, yol boyu güneşlenen timsahlar, su içmeye gelmiş filler, çamurda oynayan su aygırları ve uzaktan zürefa sürüleri gözüküyor, doğanın bu kadar içinde olmak gerçekten müthiş.
3 dolu dolu günün ardından gene o sıcak havalimanında pasaport kuyruğu sonrası bir kaç saat boyunca uçak beklemek, gördüklerimi iyice özümseme imkanı veriyor.
Iguacu ya da Niagara şelalesinde bu kadar etkilenmediğimi fark ediyorum. Belki de doğanın bu kadar içindelik, maceralı bir sınır geçişi, tarihte bir yolculuğa çıkmışlık, fazla turist almayan bir bölgede olmak beni bu kadar etkileyen, zaten Rota Dışı bir gezgin başka ne ister ki?…